BASIN
Genel Başkan Abdullah Karacan'ın 25. Olağan Genel Kurul'umuzdaki Konuşma Metni

7.06.2007

Sayın Konuklar, Değerli Delege Arkadaşlarım, Basınımızın Seçkin Temsilcileri, Sevgili İşçi Kardeşlerim,

Sendikamızın 25. Olağan Genel Kurulu’na hoş geldiniz derken hepinizi en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Sözlerime başlarken karmaşık duygular içinde olduğumu belirtmek istiyorum. Bugün bir yandan sendikamız için dönüm noktası olacak yeni bir genel kurula ulaşmanın mutluluğu içindeyken, öte yandan çok kısa süre önce, sendikamızın yöneticisi, değerli çalışma arkadaşım Talip Topçu’yu kaybetmenin hüznünü yaşıyorum.

Sevgili Konuklar, Değerli Arkadaşlarım,

21 Mayıs’ta ebediyete uğurladığımız Talip Topçu her yönüyle örnek bir insandı. Sendika yöneticisi olarak kararlı ve mücadeleci bir kişiliğe sahipti. Sendikal mücadeleyi sahip olduğu geniş deneyimle ve bilinçle sürdürdü. Ama aynı zamanda kararlı kişiliğini alçakgönüllülükle birleştirerek onurlu ve mütevazı bir yaşamın nasıl olması gerektiğini hepimize gösterdi.

Hukuk ve Sosyal İşler Dairesi Başkanımız Talip Topçu’nun, sendikamızın içinde bulunduğu sorunları aşarak bugüne ulaşmasında büyük katkıları olmuştur. Aramızdan çok erken ayrılışının bizlere verdiği acıyı ve yarattığı eksiklik duygusunu tarif etmek mümkün değildir. Aslında kendisi bu Genel Kurulda aday olmayarak sendikal mücadeleye gönüllü bir şekilde devam edeceğini çok önceden açıklamıştı. Bu dünyada dinlenmek isterken kader ona ebedi istirahatgahta dinlenmeyi uygun gördü. Arkadaşımızın aramızdan ayrılmasıyla Lastik-İş yerini dolduramayacağı bir değerli varlığını kaybetmiştir.

Değerli Mücadele Arkadaşım, Sevgili Talip Topçu;

Uğruna hayatını verdiğin, gelişmesi ve güçlenmesi için her türlü özveriyi gösterdiğin Lastik-İş Sendikası seni unutmayacak… Lastik-İş var oldukça sen de aramızda yaşayacaksın. Nur içinde yat…

Değerli Konuklar, Sevgili Arkadaşlarım,

Bugüne kadar kaybettiğimiz sendika yöneticilerimiz ile son dönemde aramızdan ayrılan, başta Konfederasyonumuz DİSK’in genel Başkanlarından Kemal Nebioğlu, Pirelli Genel Merkez Delegemiz Ali Osman Topal, Nakliyat-İş Genel Yönetim Kurulu Üyesi Recep Vurmuş ve sendikal mücadelede eğitimci kimliğiyle büyük katkılar sağlamış Süleyman Üstün olmak üzere tüm kardeşlerimizi saygıyla anıyorum.

Değerli Konuklar,

Sendikamız Lastik-İş’in 25. Olağan Genel Kurulunu, ülkemizin ve dünyanın hızla değiştiği bir ortamda gerçekleştiriyoruz. Bugün ülkemiz, uluslar arası gelişmelerin de etkisiyle çok büyük belirsizlikler içinde bulunmaktadır.

Dünyamızda 1990’lardan başlayarak bilgi ve iletişim teknolojisinin sıçrama yaptığı görülmektedir. İletişim alanındaki gelişmeler ulusal sınırları, yasak ve düzenlemeleri iyice anlamsız duruma getirmiştir. Gittikçe gelişen iletişim ağı tüm dünyayı sarmaktadır. Bu gelişmenin bir sonucu olarak, yayın ve haberleşme şirketleri, düşüncelerin yönlendirilmesi konusunda önemli bir güç elde ediyorlar.

Bilgisayar teknolojisinin üretimde kullanılan makine ve teçhizata uygulanması ise çalışma ilişkilerinde çok önemli değişimler ortaya çıkarmaktadır. İşçi işveren arasındaki ilişkileri derinden etkileyen bu uygulamalar, “işçi sınıfının ortadan kalktığı şeklinde, düşüncelere kadar uzanmaktadır. Bu görüşleri kabul etmek mümkün olmamakla birlikte gelişmeler sendikaların önüne çözülmesi gereken yeni sorunlar çıkartmaktadır. Bu sorunlar, mavi yakalı-beyaz yakalı ayrımının gözden geçirilmesinden başlayarak, çeşitli ücret politikalarına kadar çok çeşitli alanları kapsamaktadır.

Öte yandan küreselleşme ile “sosyal devletin” ortadan kaldırılması ve işçi sınıfının kazanılmış haklarının geri alınması yönündeki baskılar hızla yaygınlaşmaktadır. Küreselleşme ile ucuz işçi bölgeleri oluşturulmakta, emek yoğun üretim alanları gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kaydırılmaktadır. Uluslar arası sermaye, maliyetlerin en düşük olarak gerçekleşeceği ülkeleri seçebildiği için, karlılığını ve rekabet şansını yükseltmektedir.

Sayın Konuklar, Değerli Arkadaşlarım,

Uluslararası sermayenin dünya üzerinde ülkeden ülkeye göçü artmıştır. Bu durum dünya genelinde emek gelirlerini azaltıcı bir etki yaratmaktadır. Ücretlerin üretim maliyetleri içindeki payının sürekli olarak azalması da artık uluslararası sermayeyi tatmin etmemektedir. Azaltılamayan işsizlik ve kayıt dışı çalışma dolayısıyla, kitlelerin mutlak yoksullaşması gerçekleşmektedir.

Maliyetler içindeki öteki kalemlerle oynayamayacağını kabul eden şirketler, yalnızca işçilik maliyetini ucuzlatmaya çalışmaktadırlar. Böylece yatırımlar ücretlerin daha düşük olduğu ülkelere doğru hızla kaymaktadır. Bu olgu yakın zamana kadar Hindistan, Romanya, Polonya gibi ülkelere yatırımı hızlandırırken, günümüzde Çin’i de içine alarak daha yaygın bir hareket alanı bulmuştur.

Dünya ekonomisi 2000’li yılların başından beri oldukça yüksek büyüme oranları yakalamasına rağmen, işsizlik sorununu çözememektedir. Bunun nedeni; uluslar arası sermayenin çıkarlarına dayalı küreselleşmenin, hiçbir sosyal amacının olmamasıdır. Örneğin 2005 yılı ortalaması % 4.3 olan ekonomik büyümeye karşı, dünya çapında her yıl iş bulunması gereken 40 milyon kişiye yeni işler yaratılamamaktadır. 2005 yılı değerlerine göre dünyada resmi işsiz sayısı yaklaşık 192 milyon kişidir. Ayrıca 3 milyar dolayındaki çalışan insanın yaklaşık yarısı yani 1,5 milyarı da günde 2 dolarlık yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaktadır.

Günümüzde, ABD ekonomisi, dünyanın en önemli ekonomik gücü olmuştur. Buna bağlı olarak, “dünyada bir tek egemen gücün kaldığı” ileri sürülmektedir. Bu durum bir gerçeği yansıtmakla birlikte, ABD’nin tek hakim güç olduğu bir dünya sisteminin, insanlık için olumlu sonuçlar yaratamayacağı da açıktır. Çünkü ABD’nin Irak’ı işgali gibi doğrudan işgallerin sonucunda, 21. yüzyılın ilk yarısında, dünya yeniden sonu bilinmez karanlıklara doğru sürüklenebilir. Bu dönüşüm insanlığa, geçmişte benzerleri yaşanan kanlı bir gelecekten başka bir şey bırakmaz.

Değerli Konuklar, Sevgili Arkadaşlarım,

Bu ortam içinde Türkiye’ye bakıldığında, ekonomik ve toplumsal açıdan bir çözümsüzlüğün yaşandığı görülmektedir. Türkiye’de 24 Ocak 1980’den itibaren, ekonomik kalkınmayı, emek gelirlerinden sermayeye gelir aktararak gerçekleştirme politikası gündemdedir. Aynı dönem boyunca Türkiye, çeşitli baskı ve yasaklarla susturulmuştur. Sonuç olarak toplum ekonomik ve toplumsal açıdan çözümsüzlüğe adeta mahkûm edilmiştir. Son olarak 2001 krizini aşmak için uygulanan politikalar da bu gerçeği değiştirmemiştir.

2000 yılından başlayarak büyük bir ekonomik kriz içine giren ülkemizde bu krizden çıkılabilmesi için IMF destekli politikalar daha katı bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK), Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) gibi kurumlar yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası ise özerk hale getirilmiştir. Bankalar ve üretim şirketleri arasında iflaslar ve el değiştirmeler yoğunlaşmıştır. Bir çok iş koluna yabancı sermayenin yoğun olarak girdiği görülmüştür. Böylece kriz sonrasında Türkiye’de sermaye içi dengeler yeniden şekillenmiştir.

Aynı şekilde 2001 krizinin arkasından sermaye ile çalışanlar arasındaki denge de yeniden kurulmaktadır. Bu denge yalnızca gelir dağılımı açısından kurulmaya çalışılan bir denge değildir. Aynı zamanda işgücünün esnek kullanımını yaygınlaştıran, kentlere göçü gündeme getiren, dolayısıyla çok boyutlu sosyal sorunlara yol açan yeni bir değişim süreciyle karşı karşıyayız. Bu dönemde çıkarılan 4857 sayılı İş yasası da bir rastlantı değildir. Sermayenin yeni dönemdeki ihtiyaçlarını karşılamak için çıkarılmış bir yasa söz konusudur.

2001 krizi sonrasında, ekonominin yüksek büyüme hızlarına ulaşması sağlanmış ancak işsizlik sorunu çözülememiştir. Türkiye’nin 2002–2003–2004 dönemi ortalama istihdam artışı binde altıdır. Oysa bu dönemde ekonomi ortalama olarak yüzde 8 oranında büyümüştür. Bu değerler, oldukça yüksek büyüme hızına karşılık işsizliğin azalmadığını açıkça göstermektedir. Ülkemizde son dönemde varlığına işaret edilen dönüşüm, sanayi kesiminin istihdam artışı sağlayamadığı, yapay ve sefalet üreten bir dönüşümdür.

Bu değişim çalışanların örgütsüzlüğünün sürdüğü ve kayıt dışının yaygın olduğu bir ortamda gerçekleşmektedir. Ayrıca bu yapıyı yerleştirecek yasalar da çıkarılmaktadır. Geniş insan kitlelerinin örgütsüz oluşu ve pazarlık gücünün bulunmayışı, artan işsizlikle birlikte, ücretlerde sürekli bir gerileme sonucunu doğurmaktadır. Ülkemizdeki üretim artışının asıl nedenini işçilerin daha uzun sürelerde çalıştırılması ile işgücünün daha esnek kullanılması oluşturmaktadır.

Doğrudan yabancı yatırımlar ve dış borçlar açısından Türkiye ekonomisine bakıldığında, verimsiz bir dış yatırım ve ağır bir borç yükü görülmektedir. Dış yatırımların çok büyük bir bölümü, üretimle ilgisi olmayan ve hizmet sektöründe faaliyet gösteren kurumlara yönelmiştir. Nitekim 2006 yılında 10,5 milyar dolara ulaşan dış yatırımların 9.8 milyar dolarlık bölümü hizmet sektöründe yoğunlaşmıştır. Devletin borçları ise 2006 yılında 339 milyar YTL.yi bularak, 171 milyar YTL tutarındaki bütçe gelirlerinin 2 katına ulaşmış bulunmaktadır.

Bugün Türkiye, dünyada en yüksek faiz oranının bulunduğu ülkelerden biridir. Böylece dünyadaki parasal fonlar yüksek faiz alabilmek için ülkemize akmaktadır. Devletin vergi gelirlerinin 3’te birinden fazlası sadece faiz gideri olarak harcanmaktadır. Bilinçli olarak uygulanan bu ekonomik politika ile yeni iş alanları yaratacak ve işsizliği azaltacak bir ekonomik büyüme sağlamak mümkün değildir.

Enflasyon konusunda da, son dönemde ortaya çıkan düşmeye rağmen olumlu sonuçlar elde edildiğini söylemek zordur. 2006 ve 2007 yıllarında hedeflenen enflasyon oranlarında çok büyük sapmalar görülmektedir. Kaldı ki son yıllarda, tüm dünya ülkelerinde, enflasyon oranları hızla düşmüştür. Geçmişte Türkiye’den daha yüksek enflasyona sahip olan Brezilya ve Rusya gibi ülkeler de enflasyonu düşürmüştür. Bu nedenle günümüzde enflasyonu düşürdüğü iddiası ile övünen Türkiye ekonomisi, dünyada en yüksek oranlı enflasyona sahip ülkelerden birisi olmayı da sürdürmektedir.

Değerli Konuklar, Sevgili Arkadaşlarım,

Ülkemiz, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin gerektirdiği bazı adımların atılmasına rağmen, gerçek bir demokrasiye çok uzak durumdadır. Özellikle sendikal haklar alanında 12 Eylül düzeni hemen hiçbir değişiklik olmadan sürdürülmektedir. Bu çerçevede sendika üyeliği, sendikal örgütlenmenin sağlanması, toplu sözleşme hakkının kullanılması ve grev konularında çok büyük sorunlar bulunmaktadır. Sendikal haklar, bu hakların kullanılmasını değil, kullanılamamasını esas alan bir sistem içinde tanınmıştır. Yaklaşık 25 yıllık uygulama sonucunda, ülkemizde, gelişmiş bir endüstri ilişkileri ortamının oluşmadığı açıktır. Sendika üyesi olduğu için günümüzde işçiler yine işten atılmakta, toplu sözleşme hakkının kullanımı fiilen olanaksız duruma sokulmakta, işçi sınıfı hareketinin önünü açacak nitelikteki grev kararları arka arkaya ertelenmektedir.

Türkiye çalışanların hak ve özgürlüklerinin her zaman sistem için bir tehlike gibi algılandığı bir ülke olmuştur. Özellikle 1990 yılından başlayarak yaygınlaşan grev erteleme uygulamaları, sendikaların toplumsal etkisini zayıflatan nedenlerin başında gelmiştir. Sendikamızın lastik sözleşmelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıklara bağlı grevler tam dört kez ertelenmiştir. Bu erteleme kararlarının ulusal yasalara ve uluslar arası normlara aykırılığı, Konfederasyonumuz DİSK’in ve sendikamızın uluslar arası çalışma örgütüne başvurusu ile belgelenmiştir. Siyasal iktidarlar ülkemizin uluslar arası çalışma örgütünde kara listeye alınmasına yol açan ve ulusal onurumuzu zedeleyen bu grev erteleme uygulamalarına her şeye rağmen devam etmektedirler. Ülkemizde bugün grev ertelemenin uygulanması dolayısıyla, fiili olarak grev yapmak olanaksız durumdadır.

Öyleyse, günümüzde ülkemizin en önemli sorunu demokratikleşmedir. Demokratikleşme konusunda, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin Türkiye açısından çok yönlü değerlendirilmesi zorunludur. Bu konu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını desteklemek ya da desteklememek gibi “kısır” bir çerçeve içinde ele alınamaz. AB- Türkiye ilişkilerinin toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla tartışılması zorunludur.

Türkiye, 1960’lardan başlayan Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde zamanı kötü kullanmıştır. Avrupa Birliği yalnızca ekonomik bir birlik olmaktan çıkarak demokrasi ve insan haklarını temel alan bir bütünleşmeye yönelirken, Türkiye bu sürecin dışında kalmıştır. Unutulmamalıdır ki, 1960–1980 arasında Türkiye’de üç askeri darbe gerçekleşmiştir. Özellikle 1971 ve 1980 yıllarında gerçekleşen askeri müdahaleler, ülkemizde demokratik gelişmenin önünü kesmiştir. Bu müdahaleler, devletin, işverenlerin denetimine daha çok girdiği, sendikal hakların ve işçi haklarının sınırlandığı bir Türkiye yaratmıştır.

Daha önce de belirttiğim gibi, ülkemizde 2821 sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası 12 Eylül askeri yönetiminin çıkardığı biçimiyle varlığını sürdürmektedir. Avrupa Birliği üyelik süreci içinde bu yasal düzenlemelerin tümünün ortadan kaldırılması zorunludur. Oysa bu konularda değişime direnenlerin başında ülkemizdeki işveren örgütleri gelmektedir. Sosyal politikaların geliştirilmesi söz konusu olduğunda, işveren konfederasyonu TİSK’in Başkanı “bu değişiklikler peygamber buyruğu bile olsa karşı çıkarız” diyebilmektedir. Yine işkolumuzdaki işveren sendikasının sayın başkanı da, ülkemizdeki işverenlerin, sendikal örgütlenmeye karşı olduğunu açıkça ifade etme noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Sayın Konuklar, Değerli Arkadaşlarım,

2000’li yılların başında mevcut siyasi partiler sorunları çözememiş ve topluma umut veren politikalar üretememişlerdir. İthal reçeteye dayalı ekonomik programın çökmesiyle de her alanda bir kaos ortamı doğmuştur. Bu belirsizlik ortamında, 3 Kasım 2002 seçimlerinden, AKP iktidar olarak çıkmıştır. AKP iktidarı da bunalımdan çıkış yolunu geniş kitlelerin yapacağı fedakârlıklarda aramıştır. Bu uygulamalarla bugün geldiğimiz nokta, açlık sınırının altında 2 milyondan, yoksulluk sınırının altında 20 milyondan fazla insanın yaşadığı bir Türkiye’dir.

2007 yılı içinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile genel seçimlerin yapılacak olmasının yarattığı gerginlikler, çelişkileri daha da çok boyutlu hale getirmiştir. Türkiye’nin önünde beklenmedik “yol kazaları” olma olasılığı da açıkça belirmiştir.

AKP iktidarının ilk döneminde hızlanmış gibi görünen reform süreci, aslında, temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin bireysel düzenlemelerin yerine getirilmesinden ibarettir. Bu iktidarın, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde, gerçek bir demokratikleşmeyi sağlayacak bir programı olduğunu iddia edebilmek zordur.

Türkiye, Avrupa Birliğine tam üye olmadan ve alınacak kararlarda hiçbir söz hakkı bulunmadan Gümrük Birliği’nin devam ettirilmesi, ülkemizi adeta bir sömürge ülke konumuna düşürmektedir. Avrupa Birliğine tam üyelik gerçekleşmeden, özel statüde bir gümrük birliğinin kurulmuş olması, Türkiye’nin geride bırakılan 30 yılı gereği gibi değerlendirememiş olmasının bir sonucudur.

Siyasal iktidarın, Türkiye’yi bölgesinde etkili bir güç yapacak politikalardan da yoksun olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü Irak’ın Amerika tarafından işgali ve Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi konusunda Türkiye ileriyi gören politikalar uygulayamamıştır. AKP iktidarının tutarlı bir uluslararası politikasının olmaması, ülkemizi, önemli tehlikelerle yüz yüze bırakacak bir aşamaya getirmiştir.

ABD tarafından, “Ortadoğu’nun Yeniden Yapılanması” olarak ifade edilen bu politikalar, ülkemizin 20. yüzyılın başında kurduğu ve yaklaşık 90 yıldır var olan maddi-manevi ve kurumsal tüm yapılarını tehdit eden bir nitelik taşımaktadır. Bu tehditlerin en belirgin olanı da Ulusal Kurtuluş Savaşı ile çizilmiş sınırların ortadan kaldırılması ve ülkenin bölünmesine dönük gelişmelerin tırmandırılmasıdır.

Değerli Konuklar,

Son dönem gelişmelerinin belki de en önemlisi, yeni yasalaşan 4857 sayılı İş Yasası’dır. Bilindiği gibi bu yasa ile toplu sözleşme düzenini temelinden etkileyecek değişiklikler gündeme getirilmiştir. Bazı işkollarında yasanın öngördüğü düzenlemelerin toplu sözleşmelerle uygulamaya sokulmuş olması, sorunu daha da ağırlaştırmıştır. Sendikamız toplu sözleşmelerde temel ilke olarak benimsediği kazanılmış hakları koruma anlayışını bugüne dek başarıyla sürdürmüştür. Bundan sonra da üyelerinden aldığı güçle ve sahip olduğu tarihsel birikimle mücadelesini aynı anlayışla sürdürecektir. Ancak yasaların esneklik öngören hükümlerine toplu sözleşmelerde yer veren sendikalara, kazanılmış hakların korunabilmesi için mücadele etme çağrısı yapmayı da kaçınılmaz bir görev saymaktadır. Türkiye’de büyük ölçekli grup sözleşmeleri başta olmak üzere birçok işkolunda, yasanın özellikle çalışma süresi ve fazla çalışmaya ilişkin esnek düzenlemeleri toplu iş sözleşmesi metinlerine sokulmuştur. Sendikal hareketin bu konudaki yaklaşımının şaşırtıcı ölçüde yetersiz kaldığı görülmektedir. Sendikal hareketin kazanılmış hakları büyük ölçüde ortadan kaldırabilecek nitelikteki değişikliklere karşı çıkmayı başarması gerekir.

Son dönemde kazanılmış haklarımızı gerileten bir düzenleme de “sosyal güvenlik” alanında yapılmıştır. Aslında sosyal güvenlik, gelir dağılımının daha dengeli bir biçimde oluşmasını sağlayan bir uygulamadır. Ülkemizin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkelerinden birisi olmasının nedenlerinin başında, etkin, yaygın ve uygulanabilir bir sosyal güvenlik sisteminin olmayışı gelmektedir. Türkiye’de sosyal güvenlik uygulamalarının kapsamı dar ve yetersizdir. Sosyal güvenlik teknik bir kamu bütçesi sorunu olarak ele alınamaz. Sosyal güvenlik “sosyal devlet”in ayrılmaz bir özelliğidir. Yeni yasayla emeklilik yaşı kademeli olarak 65’e kadar çıkarılmakta, prim gün sayısı 9000 güne yükseltilmekte, emeklilik aylıkları zaman içinde düşürülmektedir. Sağlık hizmetlerinin hastanelerle anlaşmalı olarak ve sınırlı bir kapsam içinde yerine getirilmesi öngörülmektedir. Yasanın getirdiği sistem tipik bir “Özel Sağlık Sigortası” sistemidir. Başka bir deyişle, toplumsal hizmetlerin “para karşılığı” yerine getirilmesini öngören bir değişim amaçlanmaktadır. Bu sisteme bir “Sosyal Güvenlik Sistemi” adını verebilmek mümkün değildir. Ülkemizde uluslar arası belgelerde tanımlanmış ölçütleri gerçekleştiren ve sosyal güvenliği bir insan hakkı olarak açıkça tanıyan bir çerçeve içinde yeniden yapılanma zorunludur.

Sevgili Arkadaşlarım, Sayın konuklar,

Ülkemizde en yoğun yasaklar sendikal haklar ve örgütlenme konularındadır. Bir yandan işkolu ve işyeri barajları, öte yandan üyelikte noter şartı, daha başlangıçta sendikaya üye olmayı zorlaştıran düzenlemelerdir. Ayrıca yasalardan başka ekonomik ve toplumsal özellikler de sendikal örgütlenmeye çok büyük engeller çıkarmaktadır.

Sendikaya üye olma hakkını kullanan işçinin karşısına işten atılma tehdidi çıkarılmaktadır: işçi “ya sendika üyeliğini sürdürecek ve işten çıkarılacak; ya da sendikadan ayrılacak ve örgütsüz olarak çalışmaya devam edecektir”.

İş güvencesinin getirildiği iddia edilerek, örgütlenme konusunda engellerin ortadan kalktığını öne sürmek, tam bir aldatmacadır. Günümüzde, sendikal yasaklar ve işverenlerin saldırgan tutumları, örgütlenme hak ve özgürlüğünü kâğıt üzerinde bırakmaktadır. Ayrıca yasal mevzuatın ve yetki işlemlerinin tümüyle işverenlerin çıkarına hizmet etmesi, işçilerin örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını kullanılamaz hale getirmektedir.

Değerli Delegeler, Sevgili İşçi Kardeşlerim,

Bütün bu çok yönlü baskılara ve olumsuzluklara karşın sendikamız örgütlü olduğu işyerlerinde toplu sözleşmeleri, üyelerimizin iş güvencesini sağlayacak, yaşam standartlarını yükseltecek, istihdamı arttıracak bir çerçeve içinde bağıtlayabilmiştir. Bu konuda kazanılmış haklarımızı koruyarak, uygulanması gereken toplu sözleşme yöntem ve modellerini gerektiği gibi oluşturabilmeyi sağlamıştır. Bu anlayışın bir sonucu olarak örneğin lastik işkolunda %30'lara varan bir istihdam artışı gerçekleştirilebilmiştir. İşyerlerinin çalışan sayısının arttırılması ve kazanılmış haklar korunarak üretimin sürekliliğinin sağlanması bir yandan tek tek üyelerimizin geleceğinin güvenceye alınmasının, öte yandan satın alma gücünü geliştirecek üretim artışlarının gerçekleştirilmesinin yolunu açmaktadır.

Sendikamız 2000’li yılların başından itibaren daha önce içine düştüğü olumsuzlukları hızla aşarak kendi içinde tutarlı, ülkemizdeki yasak ve sınırlamalara karşı demokrasi mücadelesini yükselten ve örgütsel yapısını giderek sağlamlaştıran bir süreci yaşamıştır. Elbette her yeniden yapılanma dönemi gibi bu süreç de sıkıntısız geçmemiştir. Ancak bugünden baktığımızda, sendikamızı ileriye taşıyacak temellerin atılması, örgütsel birlik ve bütünlüğümüzün güçlendirilmesi, üye sayımızın korunup arttırılması ve sendikal mücadelenin elde edilmiş haklarımızı koruyacak şekilde geliştirilmesi yönlerinden çok olumlu gelişmeler sağladığımız bütün açıklığıyla ortadadır.

Öte yandan demokratik hakların geliştirilmesi ve demokrasinin güçlendirilmesi mücadelesi içinde, tüm üyelerimizle birlikte aktif olarak yer alınmıştır. Sendikamız demokratik meşruluk taşıyan her mücadele için alanlara çıkmayı başarmıştır. Sendikamız 1 Mayıs’larda ve diğer önemli günlerde geniş katılımlar sağlamış, kıdem tazminatına ve sosyal güvenlik haklarımıza yapılan saldırılara karşı aktif mücadele sürdürmüş, İş Yasasının gerçek niteliğinin ortaya çıkarılması konusunda önemli bir rol üstlenmiş, böylece dinamik ve güçlü bir işçi örgütü olduğunu kanıtlamıştır.

Enflasyon, işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu, istihdam yaratamayan büyüme, bir türlü çözülemeyen borç batağı, etnik ve dinsel kimliklere göre toplumun kamplaşması, düzensizliklerin ve yasa dışılıkların artışı, yurttaşların güvenliğini tehlikeye sokacak her türlü olayın hızla yaygınlaşması, Türkiye’nin tümünde deprem riskinin hiçbir önlem alınmaksızın en önemli tehlike olarak durmaya devam etmesi ve anti-demokratik siyasal-toplumsal yapının varlığını sürdürmesi, geçmiş yıllarda hiçbir soruna çözüm getirilemediğinin açık göstergeleridir.

Üstelik bu dönemde Orta Doğu “daha sıcak” hale gelmiştir. Türkiye’nin politikalarını tutarlı bir biçimde sürdürememesi, çok büyük bir çıkmaz olarak gündemdedir. Siyasal iktidar, özellikle Irak’ın işgalinin arkasından ortaya çıkan gelişmeler karşısında bir “politikasızlık” içinde görünmektedir. Türkiye’nin toplumsal bütünlüğü için önem taşıyan konular uzun dönemli politikalara dönüştürülememektedir. Böylece ülkenin bütünlüğüne yönelik riskler de sürekli gündemde kalmakta ve toplumsal gerilimi giderek arttırmaktadır.

Bu nedenlerle 2007 yılı ve sonrasında bizleri her açıdan zor bir dönem beklemektedir. Sendikal hareket ülke bütünlüğüne de, demokratik hak ve özgürlüklere de sahip çıkabilecek hareketlerin başında gelmelidir. Çünkü demokratik olmayan bir toplum gerçek anlamda özgür ve bağımsız olamaz. Ülkemizin bugün temel ihtiyacı, ulusal çıkarları gözeten, demokratik ve laik Cumhuriyeti benimseyen, sosyal hak ve özgürlükler ile insan haklarının geliştirilmesini toplumsal bir değişim programı olarak öneren bir yaklaşımın ortaya çıkarılmasıdır. Yapılması gereken sosyal hakların sağlandığı, temel hak ve özgürlüklerin gerçekleştirildiği, Avrupa işçi hareketiyle bağların güçlendirilmesi yoluyla değişimin hızlandırıldığı bir süreci başlatabilmektir.

Sayın Konuklar, Değerli Arkadaşlarım,

Sendikamız Lastik-İş ülkemizin en köklü demokratik kurumlarından birisi olarak, tarihi boyunca yaptığı gibi, önümüzdeki dönemde de ülkemizin bütünlüğünden yana, demokratik ve barış içinde bir Türkiye yaratma mücadelesinde en aktif şekilde yerini alacaktır. Küresel düzeyde belirlenmiş ve ülkemiz için büyük tehditler içeren politikaların aracı olmayacaktır. Öte yandan bu tehditleri kullanarak ülke içinde anti-demokratik bir yönetim oluşturmaya ve sürdürmeye çalışanların yanında da yer almayacaktır. Özgürlük, demokrasi, demokratik devlet, ülkemizin bütünlüğü, toplumsal refah ve barış bir arada talep edilerek gerçekleştirilmelidir. Temel hak ve özgürlüklerimizin gelişmesi ülke bütünlüğüne karşı bir tehdit olamaz.

Bu ülkenin sahipleri bizleriz. Demokratik, çağdaş, laik ve sosyal bir hukuk devleti içinde, hep birlikte sınırlarımızı ve bütünlüğümüzü koruyarak barış içinde yaşamayı başaracağız.

Bu duygu ve düşüncelerle sendikamızın 25. Olağan Genel Kurulu’nun işçi sınıfına ve ülkemize yararlı olmasını diliyor hepinize bir kez daha en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

     
Site içi arama:

ONURSAL GENEL BAŞKANIMIZ RIZA KUAS

ONURSAL GENEL BAŞKANIMIZ ABDULLAH KARACAN



 
 



Adres: Küçük Çamlıca Mah. Üçpınarlar Cad. No:83 RIZA KUAS Genel Merkez Binası 34696 Üsküdar İSTANBUL
Tel: (0216) 339 04 00 (Pbx) Fax: (0216) 339 23 13
E-Posta: lastik-is@lastik-is.org.tr



Her Hakkı Saklıdır. Copyright www.lastik-is.org.tr