1. TOPLUMSAL GELİŞME SÜRECİ,EKONOMİK YAPILAR VE TÜRKİYE
1. Üretimin Temel Nitelikleri2. Toplumsal Gelişme Süreci3. Çağdaş Üretim Biçimlerinin Gelişmesi4. Kapitalizmin Temel Sorunu5. Sosyalizmin Doğuşu6. Kapitalizm, Türkiye ve İşçi Sınıfı7. Ücret Politikalarının Sonuçları8. Kaynak Dağılımı Nasıl Gerçekleşiyor?9. Bütçe Aracılığıyla Gelirlerin Yeniden Dağılımı10. Vergiler Aracılığıyla Gelirlerin Yeniden Dağılımı
2.SENDİKALAR VE TOPLUMSAL GELİŞME
1- SENDİKA NEDİR?
Üye olmak için zaman zaman büyük mücadeleler verdiğimiz, günlük yaşantımızın içinde büyük bir yeri bulunan sendika nasıl tanımlanabilir? Acaba sendikanın herkes tarafından aynı biçimde kabul edilen bir tanımı var mıdır?
Genellikle sendika denildiğinde, kimisi uzun kimisi kısa bazı tanımların yapıldığı görülür. Sendikalar için “işçilerin çıkar örgütüdür” diyenler olduğu gibi, “işçilerin sınıf örgütüdür” diyenlerde bulunur. Zaman zaman “işçi sınıfının ekonomik ve demokratik örgütleri sendikalardır” şeklinde ifade edildiğine rastlanır.
Ancak genel biçimiyle sendikadan söz edince “işçilerin haklarını, çıkarlarını ve özgürlüklerini elde etmek, korumak ve geliştirmek amacıyla kurdukları örgütlenmeler” anlaşılmalıdır. Bir işçi, sendika kavramına, bu tanımdaki bütünlük içinde yaklaşabildiği zaman, kendisine gerçekten yararlı olabilecek bir sendikanın oluşumuna ve sendikal anlayışın geliştirilmesine katkıda bulunabilir.
Gerçekten de sendikal örgütlenmeyi yalnızca işyerindeki işçilerin çıkarlarını korumakla sınırlı tutan anlayışlar, sendikal hareketin gelişimini açıklamaktan uzak yaklaşımlardır. Böyle bir düşünce sendikanın çalışma alanını çok sınırlı bir çerçeveye oturtacaktır. Dolayısıyla elde edilmiş bulunan hakların süreklilik kazanması ve yeni kazanımların elde edilmesi konusundaki mücadele gücü zayıflayacaktır. Sendikaların toplumda güçlenmesini istemeyen çevrelerin, sendikacılığı bu dar sınırlar içinde tutmaya çalışacakları açıktır. Nitekim Türkiye'de de 1980 sonrasında ortaya çıkan yasal düzenlemeler, sendikaların toplum içinde etkisiz kuruluşlar olarak kalmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Bu nedenle sendika tanımı 2821 sayılı Sendikalar Yasası'nda “işçiler ve işverenler tarafından çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerin korunması ve geliştirilmesi için kurulan örgütler” şeklinde yapılmıştır. Bu tanıma bağlı olarak sendikalara özellikle toplumsal ve siyasal özgürlükleri genişletmek için gerekli olanaklar tanınmamış, bu konularda çok sayıda yasak ve sınırlama getirmiştir.
Elbette sendikalar ilk ortaya çıktıktan bugüne kadar önemli dönüşümler geçirmişlerdir. Yapıları, yaklaşımları, örgütlenmeleri ve mücadele yöntemleri zaman içinde büyük değişimlere uğramıştır. Ayrıca çalışanların niteliğinde ortaya çıkan farklılıklarda sendika üyelerinin özelliklerini etkilemiş ve sendikacılığı değiştiren nedenlerden birisini oluşturmuştur.
2- SENDİKALARIN DOĞUŞU
Sendikacılık hareketi başlangıcından bugüne dek “işçi sınıfının hareketi” niteliğini taşımıştır. Ancak işçi sınıfı hareketi sendikalarla sınırlı kalmamış, sendikalar daha geniş kapsamlı amaçları bulunan işçi hareketinin bir parçasını oluşturmuştur.
a) Kapitalizmin Başlangıç Yılları ve İşçi Örgütlenmesi
Sendika niteliğindeki ilk işçi örgütlenmeleri İngiltere'de görülmüştür. Bunun nedeni kapitalist üretim biçiminin İngiltere'den başlayarak gelişmesi ve yayılmasıdır. 1600'lü yılların ortalarında oluşmaya başlayan sanayi devrimi, toplumda tüm yaşamı boyunca ücretli olarak çalışmak zorunda kalacak geniş bir işçi sınıfının doğuşuna yol açmıştır. Ancak işçilerin içinde bulundukları çalışma koşulları çok büyük zorluklar taşımıştır. 19.yüzyıl başındaki çalışma yaşamının ana çizgilerini uzun çalışma süreleri, yoksulluk ücreti, yetersiz sosyal güvenlik önlemleri ile çok sayıda kadın ve çocuk işçinin her türlü korumadan yoksun olarak çalıştırılmaları oluşturmuştur.
Bu dönemde “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklinde ifade edilen bir ekonomik ve toplumsal düşünce egemen olmuştu. Bu anlayışın doğal sonucu ise, işçi ve işverenlerin devlet karışımından uzak ve görünüşte tam bir sözleşme özgürlüğü içinde ücret ve çalışma koşullarını kararlaştırmalarıdır. Kapitalizmin ilk gelişme döneminde çalışma ilişkileri tümüyle bireysel olarak düzenlenmiştir. Bu durum işçiler için güçsüzlük, dağınıklık, işsizlik, çok ucuza, güvencesiz, ağır koşullarla ve uzun süre çalışma anlamına geliyordu. Nitekim ilk sanayi kentlerinin 19.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığı İngiltere bu durumun en açık örneği olmuştur. Bu kentlerin son derece düzensiz, havası is ve kurumla dolu, evlerin değil daha çok barakaların yer aldığı, çok kötü koşullarda yaşayan ve yetersiz beslenen insanların bulunduğu yerler olduğu bilinmektedir. Bu kentlerdeki işçi çocuklarının çoğu “raşitizm” adı verilen İngiliz hastalığına yakalanmıştır. Çalışma süreleri insanların katlanamayacağı ölçüde uzun tutulmuş, günde 16 saate kadar yükselmiştir. Ücretler fiziksel gereksinimleri karşılayacak düzeyin de altına düşmüş, konut sorunu ise gerçekten korkunç duruma gelmiştir.
Bu koşulları doğuran olgu, çeşitli parasal olanaklara ve üretim araçlarına sahip olan işverenlerin, günlük geçimini bile zor sağlayan işçilere karşı ekonomik açıdan çok üstün olmalarıdır. işçi bir iş bulmak veya işini yitirmemek için işverenin tüm koşullarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu ortam Batı Avrupa'da 1850'li yıllara dek sürmüştür. Bu tarihe gelene kadar çalışma koşullarında bireysel ilişkiler düzeni egemen olmuş, kuralların belirlenmesinde tek yanlı bir irade, başka bir deyişle yalnızca işverenin sözü geçerlilik kazanmıştır. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında temel nedenin işçilerin her türlü birleşme girişimlerinin ve toplu şekilde hareketlerinin önlenmesi olduğu açıktır.
b) Devletin Koyduğu Yasaklar ve Sonrası
Özellikle 1790'lardan başlayarak işçilerin örgütlenmeleri ve işverenin karşısına birleşik bir güç olarak çıkmaları yasaklanmıştır. Örneğin İngiltere'de 1799'da, gelişen işçi hareketlerinin önüne geçmek amacıyla “Birleşme Yasası” çıkarılmıştır. Bu yasa ile işçilerin örgütlenmeleri yasaklanarak toplu hareketlerine ceza yaptırımları getirilmiştir. Aynı uygulamanın çok kısa sürede Almanya ve Fransa'ya da yayıldığı görülmüştür.
Bu yasaklamanın nedeni, işçilerin kötü çalışma koşullarını iyileştirmek ve ücretlerini yükseltmek amacıyla örgütlenme ve eylemlere yönelmeleridir.
İşçilerin toplu hak aramasını yasaklayan devlet yine de toplumsal huzursuzluğu ortadan kaldırabilmek amacıyla bazı düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır. Bu düzenlemelerin de İngiltere'den başlayarak yayıldığı bilinmektedir. Bugünkü iş Yasası'nın gelişmesini doğuran uygulamalar, önce çocukların, kadınların ve çırakların çalışma koşullarını biraz olsun iyileştirmek amacıyla başlamış ve giderek tüm işçileri kapsayan bir gelişmeye ulaşmıştır.
O dönemde devletin ve işverenlerin iddiasına göre, “çalışma yaşamını işçilerin toplu örgütlenmesiyle birlikte sınırlayıcı ve düzenleyici kurallara bağlamak” sanayinin ve ulusal ekonominin “mahvolmasına” yol açacaktır.
İşçilerin örgütlenmesini yasaklayan ancak toplumsal tepkilerinden de çekinen devlet, çalışma koşullarına ilişkin ilk düzenlemeyi, İngiltere'de, 1798 yılında, “baca temizleme işlerinde” çalışan çocukların çalışma koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan, “Baca Temizleme Yasası” ile yapmıştır. Hemen bir yıl sonra sendikal örgütlenme yasaklanmış, üç yıl sonra ise işyeri Yasası adıyla bir yasa kabul edilerek fabrikalarda çalışan çırakların korunması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu yasaya göre çıraklar günde en fazla 12 saat çalıştırılabilecek, yılda bir yeni elbise verilecek, ayda bir kez kiliseye gönderileceklerdir. Ayrıca fabrikaların iyi bir şekilde havalandırılmaları ve yılda iki kez badana edilmeleri de zorunlu tutulmuştur. Bu yasa en az üç çırak kullanan işyerleri ile en az yirmi işçi çalıştıran yünlü ve pamuklu dokuma fabrikalarında uygulanmak üzere çıkarılmıştır. Başka işkollarında örneğin madencilikte, demir fabrikalarında, şişe ve cam fabrikalarında, kağıt fabrikalarında çalışan çocuklar bu yasadan yararlanamamışlardır. Bu dönemi izleyen 15-20 yıl boyunca bazı yeni düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. 1833'e kadar tekstil işkolunda uygulanmak üzere çocukların gece çalıştırılmaları yasaklanmış, yatacak yer sağlanması zorunluluğu getirilmiş, dokuz yaşın altındaki çocukların çalışmaları yasaklanmış, Cumartesi günleri çalışma süreleri 9 saate indirilmiştir.
c) Sendikaların Özgürleşmesi
Bu gelişmeler olurken İngiltere'de sendikalaşma yasak olmasına karşılık işçilerin, toplu eylem ve örgütlenmelerinin sürekli olarak gündemde olduğu bilinmektedir. Bu mücadele süreci sonucunda 1825 yılında sendika kurma yasağı kaldırılmış ve 1900'lü yılların başına dek, işyerinde işçiler adına sendikayı yetkili kabul eden düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Çalışma koşullarında yaygın ve iyileştirici önlemlerin geliştirildiği dönemde, sendikaların üzerindeki yasağın kalktığı bu dönemdir. 1847 tarihli yasa ile çalışma süresi tüm işçiler için 10 saate indirilmiş ve 1912 yılına dek tüm sanayi kollarında çalışanların durumunu iyileştirmeye dönük bir dizi yasal düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeler içinde 1909 yılında çıkarılan Asgari Ücret Yasası ile 1911 yılında çıkarılan Sosyal Sigortalar Yasası özellikle önemlidir.
Avrupa'nın diğer ülkelerinde ise bu gelişmeler daha geç tarihlerde olmuştur. İngiltere de 1825 yılında Birleşme Yasası yürürlükten kaldırılmış ve sendikaların kuruluşu serbestleşmiştir. Ancak sendikalaşma yasağının kaldırılması Amerika'da 1842'de, Almanya'da 1869'da, Fransa'da ise 1884 yılında gerçekleşebilmiştir.
Buna karşılık ilk işçi örgütlenmesinin ortaya çıkışı daha öncelere uzanmaktadır. Bilinen ilk işçi örgütlenmesi 1792 yılında İngiltere'de kurulan Londra Yazışma Derneği'dir. Dernek kısa zamanda İngiltere'nin diğer kentlerinde de yaygınlaşmıştır. İşçileri korumayı amaçlayan düzenlemeleri gerçekleştirmeye çalışan bu dernek aynı zamanda genel oy hakkı, siyasal eşitlik gibi politik taleplerde de bulunmuştur. Barışçı yol ve yöntemleri savunmasına karşın bu dernek, 1799 yılında çıkarılan bir yasayla kapatılmış ve benzer işçi örgütlenmelerin kurulması da yasaklanmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi bu yasaklamalara karşın, sendikal örgütlenme varlığını ve mücadelesini sürdürmüş ve yasak ancak 25 yıl uygulanabilmiştir.
Bu mücadelenin önemli köşe taşlarından birisini de, işçilerin daha iyi çalışma koşulları ve daha kısa işgünü talebiyle harekete geçtiği 1 Mayıs 1886 oluşturmaktadır. Bilindiği gibi 1 Mayıs, Amerika da yaşanan olaylardan sonra, geleneksel olarak işçi sınıfının mücadele birlik ve dayanışma günü biçiminde uluslararası boyutlarda kutlanmaktadır.
Sendikaların işyerlerinde bireysel iş koşullarını iyileştirmek için haklar elde etmesi, toplu sözleşme ve grev haklarını bununla birlikte ortaya çıktığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Örneğin İngiltere'de işçilerin toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına kavuşmaları, sendika yasağının kaldırılmasından ancak 50 yıl sonra, 1875'de gerçekleşebilmiştir.
Başlangıçta engellerle ve yasaklarla karşılaşan işçi örgütleri ancak uzun mücadeleler ile yasallık kazanabilmiş ve zaman içinde işlevlerini arttırmışlardır. Özellikle 2.Dünya Savaşı'ndan sonra sendikaların gelişme ve etkinliğinde önemli artışlar olmuştur. Bu dönemde endüstri ilişkileri kurumlaşmış, hükümet ve işverenler, sendikaları işçilerin temsilcisi olarak tanımışlardır. Aynı dönem sendikaların salt toplu pazarlıklarda değil, siyasal ve ekonomik alanlarda da bir baskı grubu olarak tanındığı bir dönemdir.
Gerçekten de bu dönemde sendikalaşma, sanayi işçilerinin yanı sıra hizmetlerde ve kamu işyerlerinde çalışanlara da yaygınlaşmıştır. Böylece sendikaların örgütlenme kapsamı genişleyerek üye sayılarında önemli artışlar olmuştur. Buna bağlı olarak özellikle emek yanlısı siyasal partilerin iktidara geldiği ülkelerde, sendikaların siyasal etkinliğini arttıracak uygulamalar yoğunlaşmıştır.
3- SENDİKALAR VE DEMOKRATİK GELİŞME
Sendikaların bir toplum içinde örgütlenebilmiş olması, başlı başına önemli bir demokratik süreçtir. Ancak sendikal hareket ile demokratik gelişme arasındaki ilişkileri çok daha boyutlu ve derinden incelemekte yarar bulunmaktadır. Sendikalar işçi sınıfının toplumsal gücünü yansıtırken, aslında ikili bir önem taşımışlardır. ilk olarak işyeri düzeyinde ortaya çıkan sorunların çözümü için temel mücadele aracı olmuşlar ve bu konuda başlangıçta hiç bulunmayan hakları, özgürlükleri, kurumları ve gelenekleri çok boyutlu olarak yaratabilmişlerdir.
Ancak belki daha da önemlisi, sendikaların demokratik süreç içinde ekonomik boyutlar dışına çıkan mücadele alanlarıdır. Temel soru şöyle sorulabilir: Bir işçi için işyerindeki sorunların tümüyle çözülmüş olması, yaşamını insancıl bir düzeyde sürdürebilmek için yeterli midir? Başka bir deyişle, sendikal örgütlenme hakkının bulunması, toplu sözleşmenin bağıtlanmış olması, tümüyle geçerli biçimde uygulanması, grev hakkının varolması, iş güvencesinin olması, işçilerin sendikal bir yapıdan beklediklerinin yerine gelmesi anlamını taşır mı?
Varsayalım ki işyerinde hiçbir sorun bulunmasın. Ancak bu durumda bile, ücretli çalışanların çok önemli ve yaşamsal sorunları ortada kalmaktadır. işyerinde ancak işverenin karşılayabileceği olanaklar talep edilebilir. Oysa işçi bir işyerinde belli bir süre çalıştıktan sonra yaşlanmakta, iş yapma gücünü yitirmekte ve işten ayrılmaktadır. Bu durumda ne olur? Ya da çalışırken hastalandığında bu sorun nasıl çözülecektir? Ailesinde bir hastalık olduğunda bunun ortadan kaldırılması için gereken sağlık hizmetleri nasıl sağlanacaktır? Yada işyeri kapanıp işsiz kaldığında işçi ne yapacaktır?
Görüldüğü gibi bu soruların karşılığını işyeri düzeyinde işverenle olan ilişkilerde yada bir toplu sözleşme çerçevesinde bulabilmek mümkün değildir. Çünkü bu sorunlar bir işyerinde çalışan işçinin sorunu olmaktan çok, tüm işçilerin ortak çözüm bekleyen sorunları niteliğindeki toplumsal olgulardır. Bu anlamda çözümleri için de tüm toplum genelinde yaygın, kurumsal mekanizmaların oluşturulması, bir takım güvencelerin sağlanması gereklidir.
Oysa sendikaların ilk ortaya çıktığı dönemlerde, toplumun siyasal örgütlenme biçimi, krallıklar, padişahlıklar, imparatorluklar, monarşiler olarak şekillenmiş durumdadır. Dolayısıyla “tanrının elçisi” durumunda olan ya da mutlak anlamda otorite sahibi bulunan bir yönetim erkinin, kul ya da köle olarak gördüğü bir topluluğun isteklerini karşılaması düşünülemez. Bu anlamda sendikal hareket ve işçi sınıfı hareketi başlangıçtan itibaren ekonomik, demokratik hakların elde edilmesi mücadelesinin yanında, bir siyasal dönüşümü sağlama uğraşını da vermek zorunda kalmıştır.
Toplumsal düzeyde yaşlılık, işsizlik, hastalık, iş kazası gibi temel risklere karşı güvencenin sağlanabilmesi, ancak sendikalar ve işçi sınıfının temsilcileri tarafından bu isteklerin siyasal düzeyde ifade edilmesine bağlıdır. Bu ise doğrudan doğruya krallıkla, imparatorlukla, otoriter yönetim biçimleriyle çelişen bir talebin ifadesidir. Bu durum işverenlere karşı sürdürülen mücadele yanında işçi hareketine ve sendikal harekete kaçınılmaz olarak devlete karşı, siyasal yapılanmaya karşı bir mücadele verme zorunluluğunu da yüklemiştir. Örneğin ilk işçi hareketlerine bakıldığında, demokratik taleplerin yanında, genel oy hakkı gibi siyasal bir talebin en ön sıralarda yer aldığı görülecektir. Buna bağlı olarak demokrasi talebi işçi sınıfı ve sendikaların mücadele süreci içinde sürekli gündemde tuttukları, ulaşmayı amaçladıkları ve kurumsallaştırmaya çalıştıkları bir istek olarak hep varola gelmiştir.
Çünkü demokrasi, kurumları ve kurallarıyla gerçek anlamda işler bir biçime kavuşmadan, işçi sınıfının ve sendikaların gerek işyeri düzeyinde, gerek toplumsal düzeyde taleplerinin elde edilmesi, güvencelerinin sağlanması, toplumsal konumlarının sağlamlaştırılması mümkün olamamaktadır.
Çok açıkça vurgulamak gerekir ki, kapitalizmin ekonomik alt yapısı üzerinde demokratik çoğulcu bir üst yapıyı yaratan, kesinlikle işçi sınıfının ve sendikaların toplumsal taleplerini gerçekleştirmek için yürüttükleri mücadele olmuştur. Bu mücadele salt siyasal alanda demokratik gelişmeyi yaratmakla da kalmamış, demokrasi kavramını giderek çok daha katılımcı, geniş ve ekonomik demokrasi boyutlarıyla da kavrayan bir içeriğe büründürmüştür.
Bu anlamda çeşitli yönetime katılma modelleri oluşturulmuş ve “endüstriyel demokrasi” başlığı altında toplanabilecek olan ekonomik katılım yöntemleri ve kurumları geliştirilmiştir. Bugün birçok gelişmiş kapitalist ülkelerde işyerlerinde doğrudan seçimle oluşan ve sendikalarla yakın ilişki içinde bulunan işçi örgütleri yer almakta; birçok kez de bu işçi temsilcileri işyeri yönetimlerinde gözlemci olarak bulunmaktadırlar.
Günümüzde ise artık geleneksel demokratik süreci biraz daha öteye taşıyan bir yaklaşım egemendir. Doğrudan demokrasi anlayışına dönük, katılımcılığı çok daha geliştiren, yerinden yönetim olgusunu giderek öne çıkaran, başka bir düzeye sıçramış, temsili demokrasiyi azaltan bir uygulamanın yerleştiği gözlenmektedir.
Tek cümle ile söylemek gerekirse, demokrasi ve demokratik gelişme, insanlığa işçi sınıfının bir armağanı olmuştur denilebilir. Elbette bu süreç içinde başka toplumsal kesimlerin çıkarları uyuştuğu ölçüde işçi sınıfıyla birlikte bu mücadeleyi geliştirdiği ve güç kattığı açıktır. Ancak demokratik gelişme sürecinin temel belirleyici direğinin işçi sınıfı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.
4- SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ
Varoluşu demokratikleşmenin kendisini oluşturan, gelişme süreci demokratikleşmenin gerçekleşmesi süreciyle üst üste binen sendikaların, kendi iç yapılarında demokratik olmak gibi kaçınılmaz bir zorunluluk yükleneceği bellidir. Gerçekten de sendikaların temel ve vazgeçilmez niteliklerinden birisi bu kuruluşların demokratik kuruluşlar oluşudur.
Sendikaların demokratik kuruluşlar oluşu, kendi iç yapılarında sendika içi demokrasiyi vazgeçilmez bir kural olarak taşımaları anlamına gelir.
Sendika içi demokrasi, sendikal organların seçimle gelmesi midir?
Hemen belirtilmelidir ki, sendika içi demokrasiyi, sendika içi organların ve sendikanın yönetim birimlerinin seçimle işbaşına gelmesi olarak tanımlamak eksik bir yaklaşımdır. Elbette seçim bir sendikal demokrasi uygulamasının vazgeçilmez parçasıdır. Bir seçim yapılmadan, işçilerin iradesine dayalı bir yönetimin oluşturulması kesinlikle sözkonusu olamaz. Bu anlamda seçimsiz bir sendikal demokrasiden sözedilemez. Ancak yönetim organlarının seçilmesinin sendika içi demokrasiyi tamamladığı ve bitirdiği görüşü, biçimsel, gerçek anlamda bir demokratik işleyişi öngörmeyen, işçilerle sendika arasındaki ilişkiyi bürokratik bir çerçeve içinde algılayan bir yaklaşımdır.
Sendika içi demokrasi yönetimlerin seçimle işbaşına gelmesi yanında, sendikanın önemli ve belirleyici kararlarının oluşumunda üyelerin aktif bir biçimde katılımını ve belirleyiciliği sağlayan sendikal bir yapının oluşturulmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu anlamda bir sendikada yönetim organları seçimle gelir, toplu sözleşmeye, greve ve sendikal politikalara ilişkin temel kararlar işçinin onayıyla alınır ve sendikal politikaya yön verecek organlar yatay bir biçimde sendika içinde ne kadar geniş bir dağılımla oluşturulabilirse, o ölçüde demokratik ve sendika içi demokrasiyi uygulayan bir sendikal yapıdan sözedilebilir. Yoksa yöneticisini seçerek işbaşına getiren, sonra da seçtiğinin kendisi adına doğru karar vereceği varsayımına dayalı bir sendikacılık anlayışı yürüten sendikal örgütlenmelerde, sendika içi demokrasi değil, ancak temsili yönü abartılmış bulunan “bürokratik bir sendikacılık” uygulanmış olacaktır.