EĞİTİM
Güncellenme Zamanı: 5.01.2012
Temel Eğitim Programı


1. TOPLUMSAL GELİŞME SÜRECİ,EKONOMİK YAPILAR VE TÜRKİYE

1. Üretimin Temel Nitelikleri
2. Toplumsal Gelişme Süreci
3. Çağdaş Üretim Biçimlerinin Gelişmesi
4. Kapitalizmin Temel Sorunu
5. Sosyalizmin Doğuşu
6. Kapitalizm, Türkiye ve İşçi Sınıfı
7. Ücret Politikalarının Sonuçları
8. Kaynak Dağılımı Nasıl Gerçekleşiyor?
9. Bütçe Aracılığıyla Gelirlerin Yeniden Dağılımı
10. Vergiler Aracılığıyla Gelirlerin Yeniden Dağılımı


2.SENDİKALAR VE TOPLUMSAL GELİŞME

               
 1- SENDİKA NEDİR?

Üye olmak için zaman zaman büyük mücadeleler verdiğimiz, günlük yaşantımızın içinde büyük bir yeri bulunan sendika  nasıl tanımlanabilir? Acaba sendikanın herkes tarafından aynı  biçimde kabul edilen bir tanımı var mıdır?

Genellikle sendika denildiğinde, kimisi uzun kimisi kısa bazı tanımların yapıldığı görülür.  Sendikalar  için  “işçilerin çıkar örgütüdür” diyenler olduğu gibi, “işçilerin sınıf  örgütüdür” diyenlerde bulunur. Zaman zaman “işçi sınıfının ekonomik ve demokratik örgütleri sendikalardır”  şeklinde  ifade  edildiğine rastlanır.
            
Ancak genel biçimiyle sendikadan söz  edince  “işçilerin haklarını, çıkarlarını ve özgürlüklerini elde etmek, korumak  ve geliştirmek amacıyla kurdukları  örgütlenmeler”  anlaşılmalıdır. Bir işçi, sendika kavramına, bu tanımdaki bütünlük içinde yaklaşabildiği zaman, kendisine gerçekten yararlı olabilecek bir sendikanın oluşumuna ve sendikal anlayışın geliştirilmesine katkıda bulunabilir.

Gerçekten de sendikal örgütlenmeyi yalnızca  işyerindeki işçilerin çıkarlarını korumakla sınırlı tutan anlayışlar, sendikal hareketin gelişimini açıklamaktan uzak yaklaşımlardır. Böyle bir düşünce sendikanın çalışma alanını çok sınırlı bir çerçeveye oturtacaktır. Dolayısıyla elde edilmiş bulunan hakların süreklilik kazanması ve yeni kazanımların elde edilmesi konusundaki mücadele gücü zayıflayacaktır. Sendikaların toplumda  güçlenmesini istemeyen çevrelerin, sendikacılığı bu dar sınırlar içinde tutmaya çalışacakları açıktır. Nitekim Türkiye'de de 1980 sonrasında ortaya çıkan yasal düzenlemeler, sendikaların  toplum  içinde etkisiz kuruluşlar olarak kalmasını sağlamak amacıyla  hazırlanmıştır. Bu nedenle sendika tanımı 2821 sayılı Sendikalar Yasası'nda “işçiler ve işverenler tarafından çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerin korunması ve  geliştirilmesi için kurulan örgütler” şeklinde  yapılmıştır.  Bu  tanıma  bağlı olarak sendikalara özellikle toplumsal ve  siyasal  özgürlükleri genişletmek için gerekli olanaklar tanınmamış, bu konularda  çok sayıda yasak ve sınırlama getirmiştir.

Elbette sendikalar ilk  ortaya  çıktıktan  bugüne  kadar önemli dönüşümler geçirmişlerdir. Yapıları, yaklaşımları, örgütlenmeleri ve mücadele yöntemleri zaman içinde büyük  değişimlere uğramıştır. Ayrıca çalışanların niteliğinde ortaya çıkan farklılıklarda sendika üyelerinin özelliklerini etkilemiş ve  sendikacılığı değiştiren nedenlerden birisini oluşturmuştur.

2- SENDİKALARIN DOĞUŞU

Sendikacılık hareketi başlangıcından  bugüne  dek  “işçi sınıfının hareketi” niteliğini taşımıştır. Ancak işçi sınıfı hareketi sendikalarla sınırlı kalmamış, sendikalar daha geniş kapsamlı amaçları bulunan işçi hareketinin bir  parçasını  oluşturmuştur.

a) Kapitalizmin Başlangıç Yılları ve İşçi Örgütlenmesi

Sendika niteliğindeki ilk işçi örgütlenmeleri İngiltere'de görülmüştür. Bunun nedeni kapitalist üretim biçiminin  İngiltere'den başlayarak gelişmesi ve yayılmasıdır. 1600'lü  yılların ortalarında oluşmaya başlayan sanayi devrimi, toplumda tüm yaşamı boyunca ücretli olarak çalışmak zorunda kalacak geniş bir işçi sınıfının doğuşuna yol açmıştır. Ancak işçilerin içinde bulundukları çalışma koşulları çok büyük zorluklar  taşımıştır.  19.yüzyıl başındaki çalışma yaşamının ana çizgilerini uzun  çalışma süreleri, yoksulluk ücreti, yetersiz sosyal  güvenlik  önlemleri ile çok sayıda kadın ve çocuk işçinin her türlü korumadan yoksun olarak çalıştırılmaları oluşturmuştur.

Bu dönemde “bırakınız  yapsınlar,  bırakınız  geçsinler” şeklinde ifade edilen bir ekonomik ve toplumsal  düşünce  egemen olmuştu. Bu anlayışın doğal sonucu  ise,  işçi  ve  işverenlerin devlet karışımından uzak ve görünüşte tam bir sözleşme özgürlüğü içinde ücret ve çalışma koşullarını kararlaştırmalarıdır.  Kapitalizmin ilk gelişme döneminde çalışma ilişkileri tümüyle bireysel olarak düzenlenmiştir. Bu durum işçiler için güçsüzlük,  dağınıklık, işsizlik, çok ucuza, güvencesiz,  ağır  koşullarla  ve uzun süre çalışma anlamına geliyordu. Nitekim ilk sanayi kentlerinin 19.yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığı İngiltere bu  durumun en açık örneği olmuştur. Bu kentlerin son derece düzensiz, havası is ve kurumla dolu, evlerin değil  daha  çok  barakaların yer aldığı, çok kötü koşullarda yaşayan ve yetersiz beslenen insanların bulunduğu yerler olduğu bilinmektedir.  Bu  kentlerdeki işçi çocuklarının çoğu “raşitizm” adı verilen İngiliz hastalığına yakalanmıştır. Çalışma  süreleri  insanların  katlanamayacağı ölçüde uzun tutulmuş, günde 16 saate kadar yükselmiştir.  Ücretler fiziksel gereksinimleri karşılayacak düzeyin de altına  düşmüş, konut sorunu ise gerçekten korkunç duruma gelmiştir.

Bu koşulları doğuran olgu, çeşitli parasal olanaklara ve üretim araçlarına sahip olan işverenlerin, günlük geçimini  bile zor sağlayan işçilere karşı ekonomik açıdan çok üstün  olmalarıdır. işçi bir iş bulmak veya işini yitirmemek için işverenin tüm koşullarını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu ortam Batı Avrupa'da 1850'li yıllara  dek  sürmüştür. Bu tarihe gelene kadar çalışma koşullarında  bireysel  ilişkiler düzeni egemen olmuş, kuralların belirlenmesinde  tek  yanlı  bir irade, başka bir deyişle yalnızca işverenin sözü geçerlilik  kazanmıştır. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında temel nedenin işçilerin her türlü birleşme girişimlerinin ve toplu şekilde hareketlerinin önlenmesi olduğu açıktır.
b) Devletin Koyduğu Yasaklar ve Sonrası

Özellikle 1790'lardan başlayarak işçilerin örgütlenmeleri ve işverenin karşısına birleşik bir güç olarak çıkmaları  yasaklanmıştır. Örneğin İngiltere'de 1799'da, gelişen  işçi  hareketlerinin önüne geçmek amacıyla “Birleşme  Yasası”  çıkarılmıştır. Bu yasa ile işçilerin örgütlenmeleri yasaklanarak toplu hareketlerine ceza yaptırımları  getirilmiştir.  Aynı  uygulamanın çok kısa sürede Almanya ve Fransa'ya da yayıldığı görülmüştür.

Bu yasaklamanın nedeni, işçilerin kötü çalışma  koşullarını iyileştirmek ve ücretlerini yükseltmek amacıyla  örgütlenme ve eylemlere yönelmeleridir.

İşçilerin toplu hak aramasını yasaklayan devlet yine  de toplumsal huzursuzluğu ortadan kaldırabilmek amacıyla  bazı  düzenlemelere gitmek zorunda kalmıştır. Bu düzenlemelerin  de  İngiltere'den başlayarak yayıldığı bilinmektedir. Bugünkü iş Yasası'nın gelişmesini doğuran uygulamalar, önce çocukların,  kadınların ve çırakların çalışma koşullarını biraz olsun iyileştirmek amacıyla başlamış ve giderek tüm işçileri kapsayan bir gelişmeye ulaşmıştır.

O dönemde devletin ve işverenlerin iddiasına göre,  “çalışma yaşamını işçilerin toplu örgütlenmesiyle birlikte sınırlayıcı ve düzenleyici kurallara bağlamak” sanayinin ve ulusal ekonominin “mahvolmasına” yol açacaktır.

İşçilerin örgütlenmesini yasaklayan ancak toplumsal tepkilerinden de çekinen devlet, çalışma  koşullarına  ilişkin  ilk düzenlemeyi, İngiltere'de, 1798 yılında, “baca  temizleme  işlerinde”  çalışan  çocukların  çalışma  koşullarını  iyileştirmeyi amaçlayan, “Baca Temizleme Yasası” ile yapmıştır. Hemen bir  yıl sonra sendikal örgütlenme yasaklanmış, üç yıl sonra  ise  işyeri Yasası adıyla bir yasa kabul edilerek fabrikalarda  çalışan  çırakların korunması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu yasaya göre  çıraklar günde en fazla 12 saat çalıştırılabilecek, yılda bir yeni elbise verilecek, ayda bir kez kiliseye gönderileceklerdir.  Ayrıca fabrikaların iyi bir şekilde  havalandırılmaları  ve  yılda iki kez badana edilmeleri de zorunlu tutulmuştur. Bu yasa en  az üç çırak kullanan işyerleri ile en az yirmi işçi çalıştıran yünlü ve pamuklu dokuma fabrikalarında uygulanmak üzere çıkarılmıştır. Başka işkollarında örneğin madencilikte,  demir  fabrikalarında, şişe ve cam fabrikalarında, kağıt fabrikalarında  çalışan çocuklar bu yasadan yararlanamamışlardır. Bu dönemi izleyen 15-20 yıl boyunca bazı yeni düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. 1833'e kadar tekstil işkolunda  uygulanmak üzere çocukların gece çalıştırılmaları yasaklanmış, yatacak yer sağlanması zorunluluğu getirilmiş, dokuz yaşın  altındaki çocukların çalışmaları yasaklanmış, Cumartesi  günleri  çalışma süreleri 9 saate indirilmiştir.

c) Sendikaların Özgürleşmesi

Bu gelişmeler olurken  İngiltere'de  sendikalaşma  yasak olmasına karşılık işçilerin, toplu  eylem  ve  örgütlenmelerinin sürekli olarak gündemde olduğu bilinmektedir. Bu mücadele süreci sonucunda 1825 yılında sendika kurma yasağı kaldırılmış ve 1900'lü yılların başına dek, işyerinde işçiler adına sendikayı yetkili kabul eden düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Çalışma  koşullarında yaygın ve iyileştirici önlemlerin  geliştirildiği  dönemde, sendikaların üzerindeki yasağın kalktığı bu  dönemdir.  1847 tarihli yasa ile çalışma süresi tüm işçiler için 10 saate  indirilmiş ve 1912 yılına dek tüm sanayi kollarında çalışanların durumunu iyileştirmeye dönük bir dizi yasal düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeler içinde 1909 yılında çıkarılan Asgari Ücret Yasası ile 1911 yılında çıkarılan Sosyal Sigortalar Yasası özellikle önemlidir.

Avrupa'nın diğer ülkelerinde ise bu gelişmeler daha  geç tarihlerde olmuştur. İngiltere de 1825 yılında  Birleşme  Yasası yürürlükten kaldırılmış ve sendikaların kuruluşu  serbestleşmiştir. Ancak sendikalaşma yasağının kaldırılması Amerika'da  1842'de, Almanya'da 1869'da, Fransa'da ise 1884  yılında  gerçekleşebilmiştir.

Buna karşılık ilk işçi örgütlenmesinin ortaya çıkışı daha öncelere uzanmaktadır. Bilinen ilk işçi örgütlenmesi 1792 yılında İngiltere'de kurulan Londra  Yazışma  Derneği'dir.  Dernek kısa zamanda İngiltere'nin diğer kentlerinde de yaygınlaşmıştır. İşçileri korumayı amaçlayan düzenlemeleri gerçekleştirmeye çalışan bu dernek aynı zamanda genel oy hakkı, siyasal eşitlik  gibi politik taleplerde de bulunmuştur. Barışçı yol ve yöntemleri savunmasına karşın bu dernek, 1799 yılında çıkarılan  bir  yasayla kapatılmış ve benzer işçi örgütlenmelerin kurulması da yasaklanmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi bu yasaklamalara karşın, sendikal örgütlenme varlığını ve mücadelesini  sürdürmüş  ve  yasak ancak 25 yıl uygulanabilmiştir.

Bu mücadelenin önemli köşe taşlarından birisini de, işçilerin daha iyi çalışma koşulları ve daha kısa  işgünü  talebiyle harekete geçtiği 1 Mayıs 1886 oluşturmaktadır. Bilindiği gibi  1 Mayıs, Amerika da yaşanan olaylardan  sonra,  geleneksel  olarak işçi sınıfının mücadele birlik ve dayanışma günü biçiminde uluslararası boyutlarda kutlanmaktadır.

Sendikaların işyerlerinde bireysel iş  koşullarını  iyileştirmek için haklar elde etmesi, toplu sözleşme ve grev haklarını bununla birlikte ortaya çıktığı şeklinde  anlaşılmamalıdır. Örneğin İngiltere'de işçilerin toplu iş sözleşmesi ve grev  hakkına kavuşmaları, sendika yasağının  kaldırılmasından  ancak  50 yıl sonra, 1875'de gerçekleşebilmiştir.

Başlangıçta engellerle ve yasaklarla karşılaşan işçi örgütleri ancak uzun mücadeleler ile yasallık kazanabilmiş ve  zaman içinde işlevlerini arttırmışlardır. Özellikle 2.Dünya  Savaşı'ndan sonra sendikaların gelişme ve etkinliğinde önemli artışlar olmuştur. Bu dönemde endüstri ilişkileri kurumlaşmış,  hükümet ve işverenler, sendikaları işçilerin temsilcisi olarak tanımışlardır. Aynı dönem sendikaların salt toplu pazarlıklarda  değil, siyasal ve ekonomik alanlarda da bir baskı grubu olarak tanındığı bir dönemdir.

Gerçekten de bu dönemde sendikalaşma, sanayi işçilerinin yanı sıra hizmetlerde ve kamu işyerlerinde çalışanlara da yaygınlaşmıştır. Böylece sendikaların örgütlenme kapsamı  genişleyerek üye sayılarında önemli  artışlar  olmuştur.  Buna  bağlı  olarak özellikle emek yanlısı siyasal partilerin iktidara geldiği ülkelerde, sendikaların siyasal etkinliğini  arttıracak  uygulamalar yoğunlaşmıştır.

3- SENDİKALAR VE DEMOKRATİK GELİŞME

Sendikaların bir toplum içinde  örgütlenebilmiş  olması, başlı başına önemli bir demokratik süreçtir. Ancak sendikal hareket ile demokratik gelişme arasındaki ilişkileri çok daha boyutlu ve derinden incelemekte yarar bulunmaktadır. Sendikalar  işçi sınıfının toplumsal gücünü yansıtırken, aslında ikili  bir  önem taşımışlardır. ilk olarak işyeri düzeyinde ortaya çıkan sorunların çözümü için temel mücadele aracı olmuşlar ve bu konuda  başlangıçta hiç bulunmayan hakları, özgürlükleri, kurumları ve  gelenekleri çok boyutlu olarak yaratabilmişlerdir.

Ancak belki daha da  önemlisi,  sendikaların  demokratik süreç içinde ekonomik boyutlar dışına çıkan  mücadele  alanlarıdır. Temel soru şöyle sorulabilir: Bir işçi için işyerindeki sorunların tümüyle çözülmüş olması, yaşamını insancıl bir  düzeyde sürdürebilmek için yeterli midir? Başka  bir  deyişle,  sendikal örgütlenme hakkının bulunması, toplu sözleşmenin bağıtlanmış olması, tümüyle geçerli biçimde uygulanması, grev hakkının  varolması, iş güvencesinin olması, işçilerin sendikal bir yapıdan beklediklerinin yerine gelmesi anlamını taşır mı?

Varsayalım ki işyerinde hiçbir sorun  bulunmasın.  Ancak bu durumda bile, ücretli çalışanların çok önemli ve yaşamsal sorunları ortada kalmaktadır. işyerinde ancak işverenin karşılayabileceği olanaklar talep edilebilir.  Oysa  işçi  bir  işyerinde belli bir süre çalıştıktan sonra yaşlanmakta,  iş  yapma  gücünü yitirmekte ve işten ayrılmaktadır. Bu durumda ne olur? Ya da çalışırken hastalandığında bu sorun nasıl çözülecektir?  Ailesinde bir hastalık olduğunda bunun ortadan kaldırılması  için  gereken sağlık hizmetleri nasıl sağlanacaktır? Yada işyeri kapanıp işsiz kaldığında işçi ne yapacaktır?

Görüldüğü gibi bu soruların karşılığını işyeri düzeyinde işverenle olan ilişkilerde yada bir toplu sözleşme  çerçevesinde bulabilmek mümkün değildir. Çünkü bu sorunlar bir işyerinde  çalışan işçinin sorunu olmaktan çok,  tüm  işçilerin  ortak  çözüm bekleyen sorunları niteliğindeki toplumsal olgulardır. Bu anlamda çözümleri için de tüm toplum genelinde yaygın, kurumsal mekanizmaların oluşturulması, bir takım güvencelerin sağlanması  gereklidir.

Oysa sendikaların ilk ortaya çıktığı dönemlerde,  toplumun siyasal örgütlenme biçimi, krallıklar, padişahlıklar,  imparatorluklar, monarşiler olarak şekillenmiş  durumdadır.  Dolayısıyla “tanrının elçisi” durumunda olan ya da mutlak anlamda otorite sahibi bulunan bir yönetim erkinin, kul ya da  köle  olarak gördüğü bir topluluğun isteklerini karşılaması  düşünülemez.  Bu anlamda sendikal hareket ve işçi  sınıfı  hareketi  başlangıçtan itibaren ekonomik, demokratik hakların elde edilmesi mücadelesinin yanında, bir siyasal dönüşümü sağlama uğraşını da vermek zorunda kalmıştır.

Toplumsal düzeyde yaşlılık, işsizlik, hastalık, iş kazası gibi temel risklere karşı  güvencenin  sağlanabilmesi,  ancak sendikalar ve işçi sınıfının temsilcileri tarafından bu isteklerin siyasal düzeyde ifade edilmesine bağlıdır. Bu  ise  doğrudan doğruya krallıkla, imparatorlukla, otoriter yönetim biçimleriyle çelişen bir talebin ifadesidir. Bu durum işverenlere karşı  sürdürülen mücadele yanında işçi hareketine  ve  sendikal  harekete kaçınılmaz olarak devlete karşı, siyasal yapılanmaya  karşı  bir mücadele verme zorunluluğunu da yüklemiştir. Örneğin ilk işçi hareketlerine bakıldığında, demokratik taleplerin  yanında,  genel oy hakkı gibi siyasal bir talebin en ön sıralarda yer aldığı  görülecektir. Buna bağlı olarak demokrasi talebi  işçi  sınıfı  ve sendikaların mücadele süreci içinde sürekli gündemde tuttukları, ulaşmayı amaçladıkları ve  kurumsallaştırmaya  çalıştıkları  bir istek olarak hep varola gelmiştir.

Çünkü demokrasi, kurumları ve kurallarıyla gerçek anlamda işler bir biçime kavuşmadan, işçi sınıfının  ve  sendikaların gerek işyeri düzeyinde, gerek toplumsal düzeyde taleplerinin elde edilmesi, güvencelerinin sağlanması,  toplumsal  konumlarının sağlamlaştırılması mümkün olamamaktadır.

Çok açıkça vurgulamak gerekir ki, kapitalizmin  ekonomik alt yapısı üzerinde demokratik çoğulcu bir üst  yapıyı  yaratan, kesinlikle işçi sınıfının ve sendikaların toplumsal  taleplerini gerçekleştirmek için yürüttükleri mücadele olmuştur. Bu mücadele salt siyasal alanda demokratik gelişmeyi yaratmakla da kalmamış, demokrasi kavramını giderek çok daha katılımcı, geniş ve  ekonomik demokrasi boyutlarıyla da kavrayan bir içeriğe  büründürmüştür.

Bu anlamda çeşitli yönetime katılma modelleri oluşturulmuş ve “endüstriyel demokrasi”  başlığı  altında  toplanabilecek olan ekonomik katılım yöntemleri ve kurumları  geliştirilmiştir. Bugün birçok gelişmiş kapitalist ülkelerde işyerlerinde doğrudan seçimle oluşan ve sendikalarla yakın ilişki içinde bulunan  işçi örgütleri yer almakta; birçok kez de bu işçi temsilcileri  işyeri yönetimlerinde gözlemci olarak bulunmaktadırlar.

Günümüzde ise artık geleneksel demokratik  süreci  biraz daha öteye taşıyan bir yaklaşım  egemendir.  Doğrudan  demokrasi anlayışına dönük, katılımcılığı çok  daha  geliştiren,  yerinden yönetim olgusunu giderek öne çıkaran, başka bir düzeye sıçramış, temsili demokrasiyi azaltan bir uygulamanın  yerleştiği  gözlenmektedir.

Tek cümle ile söylemek gerekirse, demokrasi ve  demokratik gelişme, insanlığa işçi sınıfının bir armağanı olmuştur  denilebilir. Elbette bu süreç içinde  başka  toplumsal  kesimlerin çıkarları uyuştuğu ölçüde işçi sınıfıyla birlikte bu  mücadeleyi geliştirdiği ve güç kattığı açıktır.  Ancak  demokratik  gelişme sürecinin temel belirleyici direğinin işçi sınıfı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

 4- SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ

Varoluşu demokratikleşmenin kendisini oluşturan, gelişme süreci demokratikleşmenin gerçekleşmesi süreciyle üst üste binen sendikaların, kendi iç yapılarında demokratik olmak  gibi  kaçınılmaz bir zorunluluk yükleneceği bellidir. Gerçekten de  sendikaların temel ve vazgeçilmez niteliklerinden birisi bu  kuruluşların demokratik kuruluşlar  oluşudur.

Sendikaların demokratik kuruluşlar oluşu, kendi iç yapılarında sendika içi demokrasiyi vazgeçilmez bir kural olarak taşımaları anlamına gelir.

Sendika içi demokrasi, sendikal organların seçimle  gelmesi midir?

Hemen belirtilmelidir ki, sendika içi demokrasiyi,  sendika içi organların ve sendikanın yönetim  birimlerinin  seçimle işbaşına gelmesi olarak tanımlamak eksik bir yaklaşımdır. Elbette seçim bir sendikal demokrasi uygulamasının vazgeçilmez parçasıdır. Bir seçim yapılmadan, işçilerin iradesine dayalı bir  yönetimin oluşturulması kesinlikle sözkonusu  olamaz.  Bu  anlamda seçimsiz bir sendikal demokrasiden  sözedilemez.  Ancak  yönetim organlarının seçilmesinin sendika içi demokrasiyi tamamladığı ve bitirdiği görüşü, biçimsel, gerçek anlamda bir demokratik  işleyişi öngörmeyen, işçilerle sendika arasındaki ilişkiyi  bürokratik bir çerçeve içinde algılayan bir yaklaşımdır.

Sendika içi demokrasi yönetimlerin seçimle işbaşına gelmesi yanında, sendikanın önemli ve belirleyici kararlarının oluşumunda üyelerin aktif bir biçimde katılımını ve belirleyiciliği sağlayan sendikal bir yapının oluşturulmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu anlamda bir sendikada yönetim organları seçimle gelir, toplu sözleşmeye, greve ve sendikal politikalara  ilişkin  temel kararlar işçinin onayıyla alınır ve sendikal politikaya yön  verecek organlar yatay bir biçimde sendika içinde ne  kadar  geniş bir dağılımla oluşturulabilirse, o ölçüde demokratik ve  sendika içi demokrasiyi uygulayan bir  sendikal  yapıdan  sözedilebilir. Yoksa yöneticisini seçerek işbaşına getiren, sonra da seçtiğinin kendisi adına doğru karar vereceği varsayımına dayalı bir sendikacılık anlayışı yürüten sendikal örgütlenmelerde,  sendika  içi demokrasi değil, ancak temsili yönü abartılmış bulunan “bürokratik bir sendikacılık” uygulanmış olacaktır.

     
Site içi arama:

ONURSAL GENEL BAŞKANIMIZ RIZA KUAS

ONURSAL GENEL BAŞKANIMIZ ABDULLAH KARACAN



 
 



Adres: Küçük Çamlıca Mah. Üçpınarlar Cad. No:83 RIZA KUAS Genel Merkez Binası 34696 Üsküdar İSTANBUL
Tel: (0216) 339 04 00 (Pbx) Fax: (0216) 339 23 13
E-Posta: lastik-is@lastik-is.org.tr



Her Hakkı Saklıdır. Copyright www.lastik-is.org.tr